Ulus Baker
İnsanların,
sanatçılar da dahil olmak üzere tarihin bazı dönemlerinde “Artık sanat mümkün
mü?” gibisinden sorular sordukları olur. Derken, bütün bu soruların bir
“sinirsel çöküşün” etkilerinden ibaret olduğunu gösterecek şekilde, sanat,
Rönesans’ta olduğu gibi, Barok’ta olduğu gibi, modern sanat konusunda olduğu
gibi yeniden o tuhaf parlayışlarından birini gerçekleştirmekte gecikmez.
Sanatın “olanaklılığına” ilişkin soru sormak saçmadır. Çünkü sanat her yerde ve
her zaman yapılabilir. Sorun, neyin sanat adını almaya layık olduğunu, neyin
olmadığını sormakla da yaratılamaz. Böylece “internette sanat mümkün mü?”
gibisinden bir soruya cevap vermenin bile pek bir anlamı kalmıyor.
Fransız yarı-gerçeküstücüsü Marcel
Duchamp, 20’li yıllarda “hemen her yerde, hemen her şeyle sanat”ın
yapılabileceğini iddia ettiğinde sorumuza ta geçmişten bir cevap vermişti bile: “Ready-Made“, yani gelişen dev sanayi
toplumunun temel çıktısı olan ürün “hazırdan alınacak” ve isteyen “sanat
alıcısının” burnunun dibine dikilecektir. O andan itibaren “kolaj”, “bulunmuş
nesneler”, derlenip toparlanmış her şey, bir sanat eseri olarak organize
edilebilir hale geldi. Bilindiği kadarıyla geçmişin Kübistleri de kolaj
tekniklerini kullanma konusunda pek tedirgin hissetmemişlerdi kendilerini.
Sorun yine de “dijital sanat” ile ilgili olarak ortaya
atılabilir halde, bilgisayar teknolojileri resim üzerinde işlemleri,
manipülasyonu alabildiğine kolaylaştırıyorlar (sözgelimi Photoshop ve Corel
yazılımlarının inanılmaz başarısı bundan kaynaklanıyor). Tarayıcı ise “canlı
imge”nin yeniden üretimi konusunda belki en büyük devrimi gerçekleştirmiş
görünüyor. Kolajın, yani modern sanatın esas unsurlarından birinin alabildiğine
kolaylaşması ise insanlara artık sanatın yeniden bir tanım değişikliği
geçirmesinin gerekip gerekmediğini sordurmaya başladı bile.
Ancak sorgulamaların büyük bir çoğunluğu oldukça yüzeysel bir
tabakada geçiyor. Bazı avantajlardan bahsedenler var. Sözgelimi bilgisayar
teknolojileri insanların “sanata katılımlarını” ve sanatsal eğitimi
kolaylaştırıyorlar. Web müzeleri yaygınlaşıyor ve sanat eserlerinin
“imajlarına” erişim olanakları alabildiğine genişliyor. Öte taraftan, bir insan
emeği ürünü olarak sanatın “çok uzun ve sürüncemeli” bir yaratım sürecini
gerektirdiği konusunda eski ve kolay kolay yerinden kımıldatılamaz bir değer
yargısı var. Ancak bu düzeyde yürütülen bir tartışmanın sürdürülemeyeceğini,
çünkü bir sonuca vardırılamayacağını düşünebiliriz.
Her şeyden önce kolaj tekniklerinin kullanımının modern
sanatın şanından olduğu Kübistlerden bu yana apaçık bir durumdur. İlk parlak
çıkış dönemlerinde PopArt‘ın
bu tekniği giderek bir “çılgınlık” derecesine vardırdığı da doğrudur.
Eserlerini neredeyse montaj sanayii teknikleriyle üretip duran Andy Warhol etrafında örülen
“sanatçı kültü” her bakımdan PopArt’ın artık miadını doldurmaya başladığını pek
erkenden işaretlemişti. Ancak bir sanat akımının ya da grubunun miadını
doldurması, ne kullandıkları tekniklerin sona erdiği anlamına gelir ne de
sanatın kendisinin.
Bilgisayar teknolojilerinin sanata dokunduğu iki genel alanı
ayırt etmeliyiz. Birincisi “dijital” ya da “fraktal” sanat diyebileceğimiz bir
boyuttur. Unutulmamalı ki, bilgisayarlar yalnızca bulunmuş ya da taranmış
resimlerle, metinlerle, ses ya da video kayıtlarıyla “kolajlamayı”
kolaylaştırmakla kalmazlar. Aynı zamanda yalnızca bilgisayar aracılığıyla elde
edilebilecek görüntü, hareket-animasyon ve seslerin de sanatsal amaçlı
kullanılabileceğini de hatırlamak gerekir. Genel olarak “fraktal sanatlar” adı
verilen bu alan içerisinde, en basitinden bir Paint-Shop ya da Photoshop
resminden oldukça karmaşık matematiksel fonksiyonlar aracılığıyla kurgulanan
fraktal görüntü ya da seslere varıncaya kadar geniş bir olanaklar kümesinin
varlığı söz konusu.
Bu noktada sorulması gereken bir soru var: Bilgisayar
kullanılarak, klasik anlamda resim ve ses duyularının sanatsal kullanımına
başvuran görüntüler, animasyonlar ve müzik üretilebilir. Oysa doğrudan doğruya
matematiksel fonksiyonlar aracılığıyla üretilenlerin, insan faaliyetinin icra
edildiği biçim açısından bundan önemli bir farkı bulunuyor. Çoğu zaman, “image
processing” teknikleriyle görüntüler ekranda hiç görülmeden işlenebiliyorlar.
Peki, böyle bir şeyin “sanat” adını almaya layık olmadığını, bir tür karmaşık
matematiksel denklemin işlenmesinden ve görselleşmesinden ibaret olduğunu
söyleyebilir miyiz?
Bu soru, konuyu esas karmaşıklaştıran bir unsuru, insanın
sanatsal yetilerinin ne olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Bu yetilerin tarih
ve coğrafya içinde değişmez olmadıklarını söyleyen antropologların sayısı
oldukça fazla. Ayrıca tarihçiler de bizim “sanat” adını verdiğimiz modern
kategorileri, sözgelimi bir Mısır piramidine ya da Yunan tapınağına
uygulamamızın tam bir saçmalık olabileceği konusunda bizi uyarıyorlar. Ama
esaslı meydan okuma hayvanbilimcilerden ve ethologlardan gelmektedir: Sabahın
köründe bir dalın üzerine tüneyip, ağaç yapaklarını koparan ve yere düşen
yaprakların güneşten solmuş taraflarını toprağın koyuluğuyla tezat oluşturacak
şekilde yukarıya çeviren, ardından tam da bu dikkat çekici sahnenin üzerinde
saatlerce ötüp durmaya başlayan şu “tiyatrocu kuş”a ne demeli?
İnsanbiçimci bir yaklaşım ise, bunun hiç de sanat filan
olmadığını, sanatsal algının ve üretimin insana ait olduğunu söylerken, bütün
sanatı bir “yansıtma-taklit-öykünme” ilişkisinin dışavurumuna indirgemiyor mu?
Tiyatrocu kuş örneği başka örneklerle de desteklenebilir: Bazı kuş türleri,
herhangi bir yabancı kuş bilmem nasıl haritalandırdıkları bölgelerine
girdiğinde rakibinden “daha güzel” ötmeye çalışır, eğer rakibi “daha güzel”
öterse, hiç bir şey demeden orasını terketmek zorundadır. “Güzel” gibi sanatsal
bir sözcüğü kullanmamın nedeni, olup bitenler sırasında herhangi bir
“üstünlüğü” oluşturacak başka hiç bir kıstasın bulunmayışından. “Doğa” bir
bakıma sanata insandan önce başlamış gibidir; insan, sanata başlamak için
oldukça “gecikmiş” görünüyor. Üstelik insan toplumlarının ta modern çağlara
gelene dek, sanat işlevini başka işlevlerden (ritüellerden, dinden, savaştan,
sevişmeden filan) pek ayırt etmiş olmadığı da anlaşılıyor.
Tam da bu nedenlerle, bilgisayarda sanatın pekâlâ mümkün
olduğunu söylemek acelecilik değildir: Ancak modern dünyanın başka bir özelliği
işleri daha karışık kılmaktadır. Sanatlar birbirleriyle hep “rekabet” etmek
gibi garip ve sanatsal yaratıma dıştan eklenen kültürel bir olguyu hep
beslemişlerdir. Modern resim, özellikle izlenimcilik (impressionisme)
fotoğrafın meydan okuyuşuna bağlı olarak, ondan uzak olduğunu düşündüğü renk
tekniklerini icat etmeye girişmişti. Bu sayede renkler ve ışık özgürleşti.
Ancak fotoğraf da, başlangıçtaki “sanatsal” işlevini yine benzeri “meydan
okuyuşlar” olmadan gerçekleştiremezdi. Sözgelimi hareketli resimler, animasyon,
son olarak da hareketli fotoğraf, yani sinema.
Peki, dijital sanatlar neye ve kime meydan okumaktadırlar? Bu
sanatların “kolaj” geleneğine bağlandıklarını söyledik. Ancak ona da
indirgenemezler. Dijital sanatlar, daha çok “çok-yönlü-performans” adını
verebileceğimiz bir alanı geliştirmeye aday görünüyorlar. Yani
görüntü-animasyon-film-ses-metin bileşimini kullanan “multimedya” tekniklerinin
sanatsal kullanımından bahsediyorum.
Multimedya yalnızca tekno-bilimsel bir meseleye göndermez,
aynı zamanda, sanat uğraşısı için estetik-sanatsal bir iç ilişkiler kompleksi
de oluşturabilir. Benim görüşümce, sessiz sinema dönemi yönetmenlerinin sesli
sinemaya karşı çıkışları gibi bir olgu günümüzde geçerli değildir. Eisenstein kadar büyük bir
filimcinin “tutuculuğu” gibi görülmeye çalışılan şey, aslında bir “reddediş”
değil, “sessiz sinema olanaklarının”, o anda ve çok özgün bir zorunluluk
altında bu yönetmen tarafından tercih edilişinden başka bir şey değildir. Çok
geçmeden aynı yönetmenin ses unsurunu alabildiğine kullanan filimler yapmasını
bir tür “yola geliş” diye yorumlamak ise tam bir düşünsel bönlük olurdu.
Sanatçı hiç bir zaman “hah, şimdi oturup güzel bir resim yapayım” demez. Bu,
Columbus’un “şimdi gidip Amerika’yı keşfedeyim bakalım” demesi gibidir. Ancak
çözülmesi gereken acil bir sorun, bir zorunluluk, olmazsa olmaz bir şeyin
üretilmesi kaçınılmaz hale geldiğinde sanat ürünü ortaya çıkabilecektir.
Dijital performans birileri için “zorunlu” bir ifade aracıysa üretilenin
“sanat” olmayacağını söyleyenlere bu yüzden ancak gülünebilir.
İkincisi, dijital çağda sanat eseri üretiminin
“kolaylaştığını” ve ayağa düşebileceğini söylemek de tam bir safsatadır.
Aksine, alt edilmesi gereken “zorlukların”, gerekli bilgi ve uğraşı
faaliyetinin sonsuzca artabileceği bile söylenebilir. Üstelik dijital sanatçı,
eğer günün birinde başarılabilirse, modern kültürdeki şu standart “sanat”,
“bilim” ve “toplumsal yaşam” alanları arasındaki ayrımın sınırlarını da ziyaret
ederek alt edebilir. İdeal durum elbette hem bilimci, hem düşünür hem de
sanatçı olarak Leonardo Usta’nın imajı değil. Bir kere, o bizim anladığımız
anlamda bir bilimci değil, bir “çok çok şey bilen”di. Bir “düşünür” de değildi,
çünkü Rönesans’ta ne Antik Yunan, ne ortaçağ Skolastiğinin felsefeleri kalmıştı,
öte taraftan Descartes ve Spinoza gibi “felsefeyi yeniden
başlatanlar” henüz ufukta yoktular; son olarak Leonardo bir “sanatçı” değil,
çağının en saygı gören “usta”larından biridir. Aynı şekilde dijital çağ, belki
de bütün alanların farklı bir bölümlenmesini, hatta ters çevrilmesini
getirecektir.
Multimedyanın doğuşu, böyle bir sürecin yalnızca olanağıdır,
kendisi değil. Üstelik tek olanak da değildir. Özellikle “mini-mimariler”
alanında ön plana çıkmaya başlayan “organik-elektronik” nanoteknolojiler daha
şimdiden, enformatikten çok farklı türden unsurları işin içine katmaya
başladılar bile. Daha genel olarak, benim görüşümce, teknolojiye yapılacak
herhangi bir övgünün peşine düşmek de saçmalık olur.
Teknolojinin “tarafsız olduğu”, iyi ya da kötü yönde kullanılabileceği
doğrultusundaki safça bakış açısı da artık tutulabilir değildir. Söylemek
istediğim tek şey, karşımıza çıkarılan her şeyi, enformasyon otoyollarını,
nanoteknolojileri, genetik mühendisliğinin yapıp edeceklerini olduğu gibi
kabullenip hayıflanmaya mı oturacağımız, yoksa “tek yönlü kabullere” karşı
çoğul direnç odaklarını onların içine ve sınırlarına varıncaya kadar
genişletmek zorunda mı olduğumuz sorusudur. Sanat ya da aynı türden başka bir
insan faaliyeti, böyle bir direnci örgütlemenin şu anda bilinen ender
yollarından biridir. Bu ise, sanata yeni bir politik misyon vermek, ya da
sanatçıya akıl, etik, ahlâk filan öğretmek gibi bir şey değildir. Daha çok,
sanatsal faaliyetin genel olarak “insanların direnci” neviinden bir şey
olduğunu, başka da bir şey olamayacağını söylemeye çalışıyorum.
Zamana, içine kapatıldığı mekâna dayanıklı ve dirençli
olmayan şeylere “sanat eseri” demediğimizi daha gündelik dil düzeyinde herkes
algılayabilir. Eğer herhangi bir otantiklik varsa, bu, sanat eserinin “zamanla”
kurduğu bir ilişkiden değil, aslında “zamansızlıkla” kurduğu bir ilişkiden
kaynaklanabilir. Dijital sanatın bu türden araçlara sahip olamayacağını
söylemek ise anlamsız olur. Sanat eserini “sanatsal” kılanın “in actu” (yani
faaliyet bakımından) insan emeği ürünü olması, “in haec” ise (onu işte
karşımızda kılan şey bakımından) “zaman-dışılığı” olması bizi nostaljik
otantizm düşkünlüğüyle duygudaş olmaktan alabildiğine uzak tutuyor. Dijital
sanat bakımından sorun, bazı kişilerin bilgisayar fobisi, eski daktilolarını
sevmeleri gibisinden değildir. Bu fobi pekâlâ anlaşılabilir (onaylamak ayrı
şey). Oysa sanat söz konusu olunca, dijital sanat diye bir şeyin -bir tür değil
bir olanaklılık alanı oluşundan dolayı- sorun bir fobi olmayı bırakıp
ciddileşir. Ya malzemeyle özdeşleşen bir sanat anlayışı yeniden davet edilir ya
da 19. yüzyıl modeli bir “sanat için sanat” teması geriye çağırılır. Sanatın
dijital olması gerektiğini söylemiyoruz; dijital sanatın gerçekten sanat
olduğunu, dijital teknolojilerin ise bunun “belirsiz”, yani kullanılırsa var
olabilecek olanaklarını sunduğunu söylemekten başka bir şey yapmıyoruz.
Her durumda, yeni ortaya çıkmakta olan bir şeyin tedirginlik
verici, hatta nesnel olarak tehditkâr unsurlar da taşımaması olanaksız. Bu
tehdidin, çoğu insanın aradığı yerde bulunmadığını söylemek istiyorum. Fractal
Paint programıyla boyanmış bir resme bakıp da “resim sanatı da bitti”
yakınmasını dile getirenlerin göremediği şey, eğer “resim sanatı” diye bir şey
varsa, onun zaten “malzemeye indirgenemeyeceğidir”. Tehdit, yepyeni
malzemelerin amansız bombardımanından daha kötü bir yerden gelmektedir ve bu
tür hayıflanmalarla daha fazla oyalanmaya değmez. Esas tehdit, geç kapitalizmin
yeni yapılarıyla ilişkin olarak ortaya çıkıyor.
Bir zamanlar Walter
Benjamin adlı bir Alman filozofu, sanat eserinin halesinin
“mekanik yeniden üretim” süreçlerinde (yani çoğaltma) yitmeye yüz tuttuğunu
söylerken, en “mekanik” sanat olan fotoğrafa övgüler yağdırmaya da
vardırabiliyordu işi. Bugün farkına varabileceğimiz şeyin daha o zamandan ve
kendi imgeler dünyasında farkındaydı çünkü. Esas sorun sanatın eğer bir işlevi
varsa onun ancak kullandığı temaları, malzemeyi, ruh hallerini, etiği,
görüntüleri, formları ve içeriği “başkalarına kaptırmamak” olmasıdır.
Dijital uygarlık kaçınılmaz bir şekilde etrafımızı saracak,
internet mutlak bir anarşi kainatı olarak alemimizi saracak gibi görünüyor.
Öyle ki, artık eski, arkaik formların nostaljisinden pek bir şey umabilecek
halde olmayacağız pek yakında. Sanatın gerçek “işlevi”, ona bir işlev vermek
gibi düşünceler çoğu kişinin hoşuna gitmese de bir “söyleyiş biçimi” deyip
geçelim. Sözgelimi ressam Miquel
Barcelo‘nun günlüğüne yazdığı gibi, “domatesin kırmızılığını”,
“ekşimiş kavun kokusunu” Benetton’un “imajlar dünyasının” elinden söküp almak
ve “kendiliğini” yeniden kazandırmaktan başka bir şey değildir.
İşin bütün sırrı bazı duyguların ve sanatın hedeflediği
arzuların yeniden üretilebilmesinde, imgelerin, seslerin, düşüncelerin ve
duyguların kendilerini denetleyen, yönlendiren ve her an tecavüz eden
düzeneklerin, denetimlerin ve sömürü araçlarının elinden koparılmalarında
yatmaktadır. Bu durumun en iyi örneğini bize Rönesans resmi vermektedir.
Ortaçağ’ın ilahi temalarını, Tanrı babayı, melekleri, İsa ile Meryem’i
kullanmayı sürdürür. Ama bambaşka bir amaçla yapar bunu. İnsanların dünyası
Ortaçağ’da o kadar daraltılmış bir haldedir ki, ilahi temaları kullanmasanız
tek bir biçimi, tek bir rengi, tek bir duyumu özgür bırakamazsınız.
Pek çok nedenle, bugün henüz “daraltılmış” bir dünyada
yaşamakta olduğumuzu düşünmeye eğilimliyim. Ve bu daraltma, gerçek anlamıyla
teknolojiler tarafından gerçekleştirilmiş bulunuyor. Televizyon ile genel
salaklaşma halinin, bilgisayar ile bir tür otizmin, iletişim kolaylıklarıyla
ise bir tür çılgınlığın özdeş hâle geldikleri bir dünyanın ortaya çıktığı
besbelli. Ama sorun, bütün bunlarla ne yapılacağıdır. “Reklamcılığın
felsefesi”nden bahsedenler var. Japon modeli bir uluslararası korporatist
şirketin bir “ruha” sahip olduğuna inanmamızı isteyenler var (özellikle orada
çalışanlara marş filan söyletilirken); sorun bir sanatçının bir gazetede “sayfa
düzenleyicisi” olarak ya da bir şirkette reklamcı olarak çalışmak zorunda
kalışı değildir burada. Daha çok “reklamcılığın” kendini sanatın son ve nihai
biçimi olarak olumlamak isteyişi, Benetton’un “görüntü şefi” ve “sanat
yönetmeni” gibi tuhaf unvanlara sahip adamı Oliveiro Toscagni gibilerinin
yalnızca bir “sanat destekleyicisi”, bir “sponsor” olarak değil, “konseptin
sahipleri” gibi ortaya çıkmalarıdır. Bu tür durumlarla karşılaşıldığında
“kıllanma” yeteneğimizin de dumura uğratılmış olduğu söylenebilir.
Artık eskiden olduğu gibi “sınırlarla”, “disiplinlerle”, “zor” ya da “baskı” ile yönetilmemeye başladığımızda ferah bir özgürlüğün kapılarının açılacağını sanmak, çağdaş evrensel bönlüğün ta kendisidir. Bütün bunlarla baş edebilecek ve bunları mahvedebilecek bir bilgisayar virüsünün üretilip ortalığa salınması ise pek umut bağlanabilecek bir olasılık değildir. Dolayısıyla, görüntüleri kurtaracak, sesleri reklam tınılarından arındıracak bir filtreleme mekanizmasının tez zamanda elektronik ortama gönderilmesi ve orada dolaşmaya bırakılması gerekiyor. İnternetteki “resmi” yasaklama girişimlerinin çoğu zaman nasıl sonuçsuz kalabildiğini görsek de, bu yasağa hedef olanların “gerçek” anlamda “sanal” güçlere sahip olabildiklerini düşünmek şimdilik imkânsız. Eksik olan yönler arasında en önemlisi “sanat” gibi görünüyor. Benim görüşüm, dijital sanatın “henüz gerçekleşmediği” yolunda. Bütün araçlar hazır bulunuyor, üstelik, isterseniz diyelim, “sanat icra ediliyor” orada, ama Klee’nin formülünü bir kez daha tekrarlarsak, “halkını bekleyen” bir sanat bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder